Türkiye’deki medya organları için dönemsel olarak tekrar edilen haberler vardır. Örneğin her yaz başı güneye akın başladı, her ramazan öncesi ramazan ateşi pazara yansıdı. Ekonomi sayfalarının da artık her raporlama dönemi sonrası buna benzer bir haberi var. Şirket bilançolarında kur etkisi vb naiflerinin yanında kurlar bilançoları eritti, şirketlerde kırmızı alarm gibi panik çağrıları dönemsel olarak medyada yerini almaya başladı.
Esasında yaptıkları haberlerde çokta haksız değiller, çünkü Türkiye’de faaliyet gösteren şirketlerin önemli bir kısmı döviz borçları ve bu borçların değişken durumunun yarattığı finansal göstergeler ile oldukça dertli.
Önemli risk yaşayan yani kısa vadeli döviz borcu bulunan veya uzun vadeli borçlarının ödeme vadesi gelmiş şirketler için esasında bu risk reel bir risk bu borçları ya ödemeliler ya yapılandırma paketleri ile ileriye doğru yaymalılar. Finansal bir terimle kötü bir pozisyonda yakalandılar. Bu durumdaki şirketlerin durumu daha çok kurumsal finansman uzmanlarının çözebileceği bir sorun bizim ilgi ve uzmanlık alanımıza girmiyor.
Bizim yazımızda çare aramaya çalıştığımız konu döviz borçlarının vadesine 3 ve daha çok yıl olan bu süreç içerisinde faaliyet yapısı gereği içinde bulunduğu döviz pozisyonunu olumluya çevirebilecek sadece bugünkü finansal durumunda döviz açığı bulunan şirketlerin durumu.
Bu şirketler kısa vade de reel bir kur riski ile karşı karşıya değiller ancak kur değişiminin oluşturduğu dönemsel giderler nedeniyle öz kaynaklarını yitirme ve bunun doğal sonucu olarak ta kredilibilitelerini kaybetme riski ile karşı karşıya kalmış durumdalar.
Kurumsal finansman departmanları profesyonellerden oluşan veya bir holdingin çatısı altında bulunan firmalar bu risklerini çeşitli finansman enstrümanları ile hedge ederek, korunma mekanizmalarını oluşturup bilançolarındaki yıpranmayı minimize edebiliyorlar. Ancak önemli sayıda şirket bu enstrümanları da sağlıklı bir şekilde kullanamadığından şirketler hem bankacılık sistemimiz hem de reel sektör için birer saatli bombaya dönüşüyor.
Girizgahı uzun tuttuk ama konunun daha ne anlaşılması için konuyu biraz daha açmamız gerekiyor.
USD Euro
Yıl Sonu Kur Yıllık Değişim Kümülatif Değişim Kur Yıllık Değişim Kümülatif Değişim
31.12.2012 1,7776 2,3452
31.12.2013 2,1304 19,8% 19,8% 2,9344 25,1% 25,1%
31.12.2014 2,3189 8,8% 28,7% 2,8207 -3,9% 21,2%
31.12.2015 2,9181 25,8% 54,5% 3,1838 12,9% 34,1%
Tablodan da anlaşılacağı üzere bilançoların önemli bir kısmının hazırlandığı yıl sonu kurlarına göre son üç dönemde USD bazında % 54,5, Euro bazında % 34,1 kur değişimi gerçeklemiş durumda yani; 31.12.2012 tarihinde 5 yıl vadeli 100.000.000 TL usd ye endeksli yatırım kredisi kullanan bir şirketin 31.12.2017 tarihine kadar reel bir ödemesi olmamasına rağmen son üç yılda bilançosuna 54.500.000 TL kur zararı geldi ve başladığı gün özkaynak borç oranı % 50 iken hiçbir reel zarar etmemesine rağmen bu oran bugün % 25’e düştü.
Bu özkaynak oranı ile reel piyasadaki faaliyetini nasıl sürdüreceği tedarikçi kredileri ile işletme finansmanı kredilerini nasıl yöneteceği bir muammaya dönüşüyor. Şirket ortaklarının kişisel servetlerinin teminat verilmesi, sırf değerlenebilir olması sebebiyle işletmenin ihtiyacı olmayan gayrimenkullerin aktife alınması, tüm varlıkların her dönem değerleme yoluna gidilmesi ve bu değerleme işlemlerine de finans kuruluşlarının farklı değerler biçmesi nedeniyle oluşan görüş ayrılıkları kısaca sorunlar sorunlar sorunlar.
Bizim muhasebeciler veya denetçiler olarak karşımıza çıkan en önemli muhasebe hataları da bu kur farklarının bir şekilde aktifte bir yere gizlenmesi şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu hataları da düzelttiğimizde bu sefer şirket yöneticilerinin siz benim şirketimi batırıyorsunuz, fiktif bir zararı mali tablolarımıza koyarak beni iflas etmiş gösteriyorsunuz bu mudur doğru finansal tablo diye serzenişlerle karşılaşıyoruz.
Her ne kadar nakit akış tablolarının şirketin reel fon yaratma kapasitesini gösterdiğine dikkat çeksek te, yöneticilerin bankacıların nakit akış tablosunun ne gösterdiğini bırakın varlığından haberdar olmadığını söylediklerinde söyleyecek cevap bulamıyoruz.
Denetçi kimliğimizle olmasa da muhasebeci kimliğimizle bu nispeten haklı serzenişe bir çözüm üretme çabası gösterdiğimizde, dünyadaki neredeyse tüm finansal otoritelerin kabul ettiği Uluslararası Finansal Raporlama Standartlarına (IFRS) tam uyumlu Türkiye Finansal Raporlama Standartları’nı (TFRS) yarattığı denge unsurunu değerlendiriyoruz.
Sonuçta yüzlerce yıldır dengesi şaşmayan bir sistem çift taraflı kayıt sistemi, eğer bu dengenin bir tarafında bir sorun yaşanıyorsa diğer tarafında bunu dengeleyici bir enstrüman olmak zorundadır. Başımızdaki soruna dikkatli bakıldığında esasında bir fiyat sorunu ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Fiyat hareketlerindeki sorunları Uluslararası Finansal Raporlama Standartları genel olarak TMS-29 YÜKSEK ENFLASYONLU EKONOMİLERDE FİNANSAL RAPORLAMA’ standardı ile çözdüğünü görüyoruz.
Ülkemizde bu standart uygulanmıyor, esasında uygulanmasına bir engel yok zaten hukuksal bir engel konulması halinde TFRS ilkelerine aykırı oluyor. Ancak Türkiye’deki muhasebe uygulamacıları Sermaye Piyasası Kurulunun 17.03.2005 tarihinde 01.01.2005’ten sonra enflasyon muhasebesi uygulanmayacak şeklinde almış olduğu karara atıfta bulunarak enflasyon düzeltmesi yapmıyorlar.
Kısaca hatırlarsak Enflasyon Muhasebesi sistematiği nasıl çalışıyor. Bilançodaki parasal olmayan varlıkların (Stoklar, Finansal Duran Varlıklar, Maddi Duran Varlıklar, Maddi Olmayan Duran Varlıklar, Sermaye, Emisyon primi, yedekler, Geçmiş Yıl Kar zararları) enflasyon endeksi ile değerlenmesi şeklinde gerçekleştiriliyor.
Sorunumuz ve yapılacak işlemi gözden geçirdiğimizde esasında tam da aradığımız şey bilanço da borçlar büyüyüp herşey sabit kalıyordu. Şimdi borç dışındaki herşeyin büyüme eğilimi var tabii nasıl olacak bu büyüme enflasyon arttı ise. Enflasyon düştü ise daha kötü yerlere gidebilir, zaten muhasebe standardı da enflasyonun düşmesi halinde bu standardı uygulamayın diyor.
Enflasyon Düzeltmesinin yapılma şartı son üç yılda % 100’ün üzerinde bir enflasyon artışının yaşanması enflasyon verilerimize baktığımızda böyle bir artış yok. Zaten düzenleyici otoriteler de o yüzden bu yönde bir karar almıyor. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz üzere SPK kararına atıfta bulunarak Türkiye’de 31.12.2004 tarihinden itibaren Enflasyon düzeltmesi yapılmıyor, o günden bu güne ortaya çıkan fiyat hareketlerinin etkisi karşımıza nasıl çıkıyor.
2003=100 Tüketici Fiyat Endeksi Esas alınarak hesaplamış Satınalma gücü tablosunu baktığımızda 31.12.2004 tarihindeki 1 TL’nin 30.04.2016 tarihi itibariyle 2,5444 tl olduğunu görüyoruz. (Kaynak Capital Infocard-Mayıs 2016 sayısı) Daha net ifadeyle % 154’lük bir artış olmuş. Biraz daha açarsak aktifimizde 31.12.2004 tarihinden bugüne bulunan herhangi bir değerleme işlemine tabi tutulmamış 100 TL lik varlığımız enflasyon düzeltmesi yapılması halinde değeri 254 Türk lirası olarak mali tablolarda yer alacak ve bunun etkisi Özkaynaklara da yansıyacaktır.
Enflasyon düzeltmesi muhasebenin her alanı gibi çeşitli dengeleri bulunan ve oldukça komplike bir düzeltme işlemi, geçmişte özellikle Vergi Usul Kanunu’na göre yapılan düzeltme şirket verilerinde önemli hatalara yol açtı. Benzer bir sorun yumağı ile karşılaşmamak için yapılacak düzeltme işleminin ne zaman başlayacağı bir kereye mahsus mu yapılacağı yoksa devamlı olarak mı uygulanacağı geride kalan 10 dönem de ortaya çıkan farkların nasıl sınıflandırılacağı ve tüm bu etkilerin şirket bilançoları üzerinde ne etkisi olacağı çeşitli platformlarda muhasebe akademisyenleri, muhasebe uygulamacıları, denetim şirketleri, ilgili kamu kurumlarının katılımları ile geniş bir platform da tartışılmalı ve taslak çalışmalar örnek uygulamalar oluşturulmalıdır. Bu çalışmalar sonucunda, uygulama birliğini sağlayıcı görüşler ortaya konulmalıdır.
Son olarak bu sorun ne kadar geniş kesimi ilgilendiriyor böyle kapsamlı bir düzeltmeye gerçekten gerek var mı? sorusunu sorarsak TCMB tarafından hazırlanan aşağıdaki verilere bakıldığında sorunun büyüklüğü ve büyüme trendi açıkça ortaya çıkmaktadır.
0
There are 0 comments